Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

HEY GİDİ KOCA ÇINAR…

Ne çabuk geçmiş o

Ne çabuk geçmiş o koca 26 yıl. Anısı daha tamtaze durur belleğimde…


1993 yılı, Haziran’ın son günleriydi. Karabük Sigorta Hastanesi’nin genel cerrahi uzmanı olarak gece gündüz ameliyatlar, poliklinikler, kendi yönettiğim merkezi yatışlı, daha o yıllarda hastane otomasyonlu hastane idareciliği ile yoğun bir tempoda çalışıyor, arada futbol maçları, Demirspor ve DÇ Karabükspor yöneticilikleri, dernekler, hemen her gün Çamlık’ta 15 km’ye varan kros koşularıyla debdebeli bir yaşamın içinde çalkalanıp gidiyordum…


Rıfat Ilgaz gelmiş, Beyaz Saray’da kitap imzalayacakmış dediler.


Muayenehanede son hastaya bakar bakmaz bir koşu gittim Beyaz Saray’a (O gün için Karabük’ün AVMsi idi)…

Önünde sonu görünmeyen bir öğrenci kuyruğu, alnında damla damla terler, arada bir öksürüp derin soluklar alarak kitap imzalıyordu.

O öğrencileri Rıfat Ilgaz’ın önüne getiren, o ilgiyi sağlayan da zamanın öğretmenleriydi kuşkusuz.

Şimdi o tablonun hayal edilebilmesi bile zor…


Bir süre kenarda sessizce izledim kitap imzasını, sonra yaklaştım yanına, “Ben Dursun Akçam’ın oğluyum, burada doktorum, akşam sizi evimde ağırlamak istiyorum,” dedim.

Babamla tanışıp tanışmadığını bile bilmiyordum.

Kalemi bıraktı elinden, sıkıca kucakladı beni, yanında duran, tanımadığım o beyaz yüzlü, irikıyım adama döndü; “Benim yerimi iptal ettir Aydın,” dedi, “Ben Akçam’ın oğluna gideceğim…

Yanındaki kişi, oğlu Aydın Ilgaz’mış meğer…


İmza işi bitince Aydın Ilgaz’ı, tek kapılı Wolksvagen’in zorlukla geçtiği arka koltuğuna, Rıfa Hoca’yı öne bindirdim, 200 Evler’e doğru topukladım…


Kapının önüne gelince bizde şafak attı… Rıfat Hoca hasta, soluğunu zor çeviriyor, benim ev 5. Katta, binanın da asansörü yok… Aydın’ın itirazını dinlemedi bile, “Bir yolunu bulup çıkarın,’ dedi…


Naylon bir balkon sandalyesi indirdik evden. Aydın Ilgaz’la birlikte kucakladık sandalyeyle hocayı, 5. Katı bulduk.


Terasta mangal yakayım, kuzu etim var, rakı açayım hocam dedim… Varsa bana bir duble konyak dedi, böyle yorgunluklardan sonra başımın ağrısını, bedenimin sızılarını o giderir. Konyak yoktu ama yurtdışında çalışan hastalarımın her dönüşte armağan olarak getirdikleri viskiler şişi şişe yığılı evde…

Bir duble viskinin üstüne bir tas çorba istedi Rıfat Ilgaz. Çok uzun olmayan koyu bir sohbete daldık. Baktım ki, hoca yorgun, açtık yatağını…


Rıfat Ilgaz benim yanımdan döndükten on gün kadar sonra o kötü Sivas kırımını yaşadık. Yakın dostu Asım Bezirci’yi ve orada yakılan, dumanda boğulan aydınların acısına dayanamadı yüreği, koca çınar çekip gitti yaşamdan…


O akşam otomobille eve doğru giderken ve ev söyleşisinde hemen tümünü okumuş olduğum kitapları üzerine konuşmuştum. Yarı bilinçli ve çok hevesli bir okuru olarak o gün söylediğim bir sözün utancı hâlâ durur içimde… “Siz,” demiştim, “gülmeceyi sınıf savaşımı içerikli yazın çabanızı süslemek için sanki, üstünü örtmek, azıcık gizleyebilmek amacıyla kullanıyorsunuz sanırım…”


Biraz düşünmüş, sonra gülümseyip susmuştu…

Aradan sekiz on yıl geçtikten, ben Mihail Bahtin’in Rönesans ve Dostoyevski çalışmalarıyla tanıştıktan sonra anlayabildim o gün yaptığım hatayı…

Kuşkusuz Rıfat Ilgaz da o güne kadar yapıtları Türkçe’ye çevrilmemiş Bahtin’i okumamıştı, Halk Gülmece Kültürü’nün ciddi dilli yapıtları solda sıfır bırakacak muhalif gücünün kuramsal arka planı, kitabi olarak o günlere kadar bizim dilimizce, edebiyatımızca aydınlatılamamıştı… O akşam Koca Çınar susarak ve gülümseyerek bana tamamen katılmadığını belirtmekle yetinmişti.


Keşke diyorum Rıfat Ilgaz sağ olsa da yeniden konuşabilsek o ölümsüz yapıtları üzerine, gülmeceyi kullanan edebiyatın devrimci yenileştiriciliği, değiştirme gücü üzerine. Talip Apaydın Amca’ya yaptığım gibi, yorumlarımla onu da sevinçli bir şaşkınlık içinde bıraksam…


Rıfat Ilgaz’ın da yönetici ve yazarı olduğu Marko Paşa, 60.000 günlük satışla inanılmaz bir tiraja ulaşmıştı. Asım Bezirci, dönemin Türkiye nüfusu, Cumhuriyet Gazetesi’nin günlük 17.000’lik gibi satışlarını göz önünde bulundurularak bu rakamın doksanlar Türkiyesi için yaklaşık 500.000’e denk düşeceğini söyler. (Asım Bezirci, Rıfat Ilgaz, s. 44) Günümüzde bu sayı milyonlara ulaşacaktır…


Bahtin’in grotesk halk kültürünün yazınsal alana taşınmasında çok önemli bulduğu yarı komik-yarı ciddi türlerle ilgili çalışmaları göz önüne alındığında, bizim kültürümüz ve kendi dönemi içinde Rıfat Ilgaz adı çok örnek bir seçim gibi durur. Sarı Yazma, Karartma Geceleri, Karadeniz’in Kıyıcığı’nda gibi gülmecenin geri planda kalmış göründüğü yapıtlar dışında, çoğunluğu açıktan patlayan bir kahkahayla yapılanmış birçok ürün vermişti Rıfat Ilgaz.

Hababam Sınıfı gibi içerdiği halk kültürü grotesk imgelemiyle gücünü her gün bir kez daha gösterebilen bir başyapıt dışında, Hababam Sınıfı’nın çeşitli alanlarda yenilenen serüvenleri, Pijamalılar, Hoca Nasreddin ve Çömezleri, Meşrutiyet Kıraathanesi, Apartıman Çocukları gibi romanlar, Çalış Osman Çiftlik Senin, Nerede O Eski Ustalar, Sosyal Kadınlar Partisi, Rüşvetin Alamancası, Donkişot İstanbul’da, Radarın Anahtarı gibi öykü kitaplarını, Hababam Sınıfı oyunlarını, gülmecenin önde olduğu birçok çocuk romanını sayabiliriz…


1946 – 1950 yılları arasında Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın çabalarıyla çıkarılan Markopaşa, Sabahattin Ali’nin öldürülmesinden ve yasaklamalardan sonra Hür Markopaşa, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Malumpaşa, Merhumpaşa gibi adlarla da yayın yaşamını sürdürmüştür. Gülmece dergilerinde yazıişleri müdürlüğü yaparak önemli görevler üslenmiş Rıfat Ilgaz, Adembaba adlı dergiyi de tek başına çıkarmış ve buradaki yazılarından ötürü yargılanıp hüküm giymişti.


Hüseyin Rahmi’nin İstanbul halk gülmece kültürü içinde coşturduğu yazın dilini Rıfat Ilgaz Anadolu’ya taşımıştı.


Yalnızca Hababam Sınıfı’nın kendisi bile, tek başına Rıfat Ilgaz’ın grotesk halk kültürünü, onun karnavalcı özünü ne kadar iyi kavramış olduğunun en açık göstergesi sayılabilir. Hababam Sınıfı’nın tüm kahramanları, Bahtin’in Batı Rönesans Kültürü için temel yapıt saydığı Rabelais romanında olduğu gibi takma adlarla, lakaplarla anılırlar: İnek Şaban, Kel Mahmut, Tulum Hayri, Sidikli Turan, Yavşak Şadi, Badi Ekrem, Öküz Kont, Sansar Behçet, Susak Cafer, Hayta, Palamut Recep, Güdük Nemci, Domdom Ali…


Hababam Sınıfı’nda da diğer gülmece ağırlıklı yapıtların birçoğunda da yeme, içme şölenleri, grotesk halk kültürünün çok kullandığı bir öğe olarak karşımıza çıkarlar. Yeme-içme, sidik-dışkı grotesk imgeleriyle iç içe geçmiştir. Sınıfın fazlaca yediği kuru fasulyeden sonra ortaya çıkan tablo bedenin altıyla üstünü bir araya getirir, olağanüstü gülünçleştirir. Mutfaktan çalınan bir kazan pilava hep birlikte kaşık sallanır, Sidikli Turan’a memleketten gelmiş leblebiler gizlice yağmalanır, Paytak Arif’in dolabındaki şekerlere dalınır, İnek Şaban’ın kestaneleri, cevizleri şölen havasında çalınıp dağıtılır. Sidikli Turan yatağında da sınıfın ortasında da ıslatılır, yatağına, altına işemiş duruma düşürülür.


Tulum Hayri, Kel Mahmut tarafından çekildiği sınavda tam on iki kez eşek övgü – sövgüsü kazanmıştır! (Hababam Sınıfı, Çınar yayınları 16. Basım, Ocak 1992, s. 21-24)


Eşek, hem Anadolu, hem Batı karnaval kültüründe, kuttörelerde çok kullanılan bir semboldür. Batı’daki Eşek Bayramı’nda Meryem ve İsa’nın Mısır’dan kaçışları canlandırılır. Bir genç kız ve bebeğin rol aldıkları kuttöre kökenli yarı dinsel bu gösteride İsa ve Meryem’den söz edilmez.

Eşek sembolü ve gülmece öne çıkmıştır. Ayini yöneten rahip, ayinin sonunda olağan dua yerine üç kez eşek gibi anırır. Anadolu’daki neredeyse tüm kuttörelerde, dramatik köylü oyunlarında eşek karnaval sahnesinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Nasreddin Hoca’nın ters bindiği eşek de bu hayvanın grotesk halk kültürü içindeki yerinin başka bir görüntüsüdür.

Işığın eksik olmasın üzerimizden koca usta; Sarı Yazmalar donatsın yollarımızı; Hababam Sınfları’nda çoğalsın çocukluğumuz…

09 Temmuz 2019, Alper Akçam

Web Tasarım & SEO: Best4SEO