Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

ŞUŞA’NIN KURTULUŞU

Quba rayonunun (Azerbaycan) Alpan

Quba rayonunun (Azerbaycan) Alpan köyünden Bakü’ye öğrenci olarak geldim 1986’da. 1988-89’ta SSCB Silahlı Kuvvetlerinde askerlik görevimi yaptım.

Transkafkasya Askeri Dairesinde hizmet ettim. Altı ay onbaşı kursunda yoğun talim gördüm, 4 tatbikata katıldım, toplamda 24 aylık bir hizmet süresi.

Askeri eğitimde “muhtemel düşmanımız, NATO üyesi Türkiye” cümlesiyle başlarlardı subaylar. Türkiye’nin doğu bölgesindeki askeri birlikler, istihkamlar, üst düzey komutanların ad, soyadı, görev ve rütbeleri, silah ve mühimmatla ilgili bilgiler sınıf odalarında listeler ve şemalar halinde asılı duruyordu.

Bir de doğrulayamayacağımız yalanları yuttururlardı.

Yeminler olsun, biz, Azerbaycanlı askerler, hatta derim Müslümanların kalbinde ve dilinde Türkiye hep özlemle, hasretle ve sevgiyle anılıyordu. Hala anlamış değilim, bizi hangi akılla o bölgedeki birliklere göndermişlerdi.

Genelde Sovyet Ordusunda hizmet edecek askerler memleketlerinden çok uzaklara, Sibirya, Uzak Doğu, Doğu Avrupa, Küba…. vs. ülkelere gönderiliyordu.

Ama bizim tümende çok sayıda asker vardı Azerbaycan’dan. Hatta bu tümenimize “Mamedskaya divizya” derlerdi. Yani Mehmet Tümeni. Rusça bu kelime Azerbaycanlılar için kullanılıyordu. Mehmet (Memmed- Rusça Mamed) ismi bizde yaygındı, Müslüman olduğumuz için, Türk olduğumuz için bizlere Mamed derlerdi, bazen de bu kelimeyi kendilerince bir az da esprili, alaycı üslupla kullanılıyorlar.

Fakat dışa vurmazlardı. Zira vereceğimiz tepkinin şiddetini tahmin ediyorlardı. Çok şey bizimkilerin karakterine zıttı, kabullenemiyorduk birçok talimatı. Disiplinsiz asker imajı oluşuyordu. Ama silah kullanmak, fiziksel dayanaklılık, cesaret ve fedakarlık konusunda elimize su dökemezlerdi.

Erbaş görevlerinde bizimkilerden hayli asker vardı. Sebebi “Mehmetlerin” kontrol ve yönetmek işinde iyi olmaları

Her milletten asker vardı tümende. Hapishanelerin yazılmamış kurallarından biraz iyiydi ordudaki yazılmamış kurallar. Bazı bölüklerde devre, bazılarında hemşericilik (soydaşlık) egemenliği vardı. Bizde devre muhabbeti pek yoktu, milliyetçilik ağır basıyordu. Münakaşamız, toplu kavgalarımız oluyordu zaman zaman.

Küçük bir muhabbetle başlardı çoğu zaman bu kavgalar. Ermeniler dağın o tarafını göstererek “orası bizim topraklar, Erzurum bizim eski başkentimiz, Batı Ermenistan Türkiye tarafından işgal edildi… gibisinden saçma sapan iddialar. Ders kitaplarında böyle şeyler okutulmazdı, aileden, çevreden ve “vatansever” öğretmenlerinden duydukları saçmalıklar, tevatür yoluyla aktarılıyordu kuşaktan kuşağa.

Asla tahammül etmezdik.

Konuşmaya başlayınca baskılardık onları, sahtekar olduklarını söylerdik. Beyinleri Türk düşmanlığıyla zehirlenmiş, ruhları husumetle beslenmişti. En eski medeniyet, en eski alfabe, en eski mutfak… her şeyin en eskisi onlara aitti güya.

Günlük konuşmalarında geçen çok sayıda kelimelerde, çevredeki nesnelerde, beddua ve alkışlarda, ad ve soyadlarında, hatta küfürlerinde geçen kelimeleri, ifadeler, “tıpkı tercümeleri” yakalar ve sokardık gözlerine. Ama asla kabullenmezlerdi. Aslında tek doğruları vardı, milli kimliği doğru söylerlerdi: Türkiyeli-Azerbaycanlı fark etmeden TÜRK derlerdi bizlere.

İlk soruları şöyleydi: “Hay’es, Türk’es?”. Yani Ermeni misin, Türk müsün… Sonra başlarlardı muhabbete. Az oldukları zaman “biz Kafkasyalıyız, ortak vatanımız Kafkasya, bu toprağın çocuklarıyız” derlerdi.

Kalabalık olunca başlarlardı Türk düşmanlığı teranelerini okumaya. Bazen bu tartışmalar kavgayla biterdi. Yüzbaşı olarak görev yaptığım birlikte onbaşı, Azerbaycanlı bir Türk (aslen Fuzuli’den), boksör çocuk, ismi Aslan, Vova Haşaturyan adlı bir askerin, tek yumrukla sırf bu tartışma yüzünden çenesini kırdı. O zaman çok uğraştık Aslan’ı kurtarmak için. Hapse girecekti çocuk. Allah’tan tabur komutanı terfi tarihi geldiği için örtbas ettirebildi işi…


7 Aralık Spitak’ta (gerçek adı Hamamlı) deprem oldu. Gecenin bir saatinde Moskova’dan, Genelkurmaydan emir geldi: bazı birlikler arama kurtarma ve asayişi sağlamak için deprem bölgesine sevk edildi. Ben bir grup askerle kışlaların muhafazası ve nöbet değişimleri için alayda kaldık. Asker arkadaşlarımız geri döndüklerinde dehşetli sahneler anlatıyorlardı. Dehşet veren şey deprem değil, bölgedeki toplu yağmalardı. Bu davranış Rus subayları çileden çıkarmış, sonunda isyan etmişler. Tutuklamalar, göz altına almalar işe yaramıyordu. Oysa medyada ağlama, sızlama, mağduriyet edebiyatı üretiliyordu. Sovyet basınında, radyo ve televizyonlarında Ermeniler ve yandaşları (bunları sayısı mutlak üstünlük teşkil ederdi o dönemde de).


Dönemin Azerbaycan yönetimi, gaflet ve delalet içinde, Ermenistan’a “gönüllü” kurtarma ekibi gönderdi. Evet, gaflet, delalet ve belki de ihanet! Dönemin Azerbaycan parti teşkilatının başı (bugünkü Cumhurbaşkanı konumunda) Abdurahman Vezirov seneler sonra bir intervyuda şunları söyleyecekti: “Gorbaçov beni arayarak depremin vurduğu Leninakan’a (bugünkü Gümrü) gitmemi söyledi. Ben özel uçuşla Leninakan’a uçtum, fakat orada bizi kabul etmediler.”. Bu cümleler acı bir itiraftan ziyade mensup olduğum milletin trajedisiydi… Ermenilerin Türk düşmanlığı o kadar kabarmış ki yardıma gelen uçağı düşürdüler. Uçakta bulunan 68 yolcu ve 9 kişilik mürettebat hayatını kaybetti. Aralarından sadece 1 kişi tesadüf neticesinde kurtulabildi: bizim köydendi, Fahreddin Babayev. Bu terör eylemine kaza süsü verildi, herhangi bir ekspertiz işlemi yapılmadı, uçağın “kara kutusu” Ermeniler tarafından imha önceden imha edildi. O sırada yaralı Fahreddin’i Erivan’da bir hastaneye kaldırmışlardı. Hastane personeli “Ermeniler arasında yaralı bir Türk’e yer yok” diyerek tedavisiyle ilgilenmemişlerdi.

Zaten açık veya gizli, doğrudan veya dolaylı Türklere karşı bir soykırım uygulamaya konmuştu artık. Kasım 1988’te 70 kadar 5-12 yaşları arasındaki çocukları büyük bir boruya doldurmuş, boruyu her iki taraftan kaynak la kapatarak masum yavruların canlarına kıymışlardı. Katlliamın üstü o sene aralık ayında açıldı: Cinayetin üstündeki sır perdesi deprem zamanı yardıma gelen Fransız itfaiyecileri tarafından açıldı. 5 Aralık 1988’te yine çocuk katilleri Spitak’ta 17 Türk yavrusunu büyük bir doğalgaz borusu içine tıkarak aynı yöntemle öldürmüşlerdi.


Bir taraftan da Ermenistan’daki yurttaşlarımız şiddet ve baskıyla ata yurtlarından kovuluyorlardı. Bir görev icabı Tiflis’te trenle yolculuğa çıkarken vagonlarda, perişan halde, çoluk çocuklarıyla, ellerinde birkaç valizden başka hiçbir şeyi olmayan soydaşlarımızla hasbihâl edip dertleşmiştik. Akıl almaz baskı ve şiddete maruz kalmış, aşağılanmış, yalnızlığa itilmiş, incitilmişlerdi… Sahip çıkanları yoktu… Moskova yönetimi iki yüz senedir devam ettiği politikasını uyguluyordu.
Depremi fırsat bilerek insani yardım adı altında uçaklar dolusu silah taşınıyordu Ermenistan’a, bu silahlar bize karşı kullanıldı, son mermisine kadar! Oysa Türklerin ellerindeki av tüfekleri bile toplanmış, acımasız, kansız, insanlıktan nasibini almamış düşman karışışında çaresiz bırakılmıştı!

Mayıs 1989’da ordudan terhis edildiğimde ok yaydan çıkmıştı. Sovyetler Birliği hızla çözülüyor, birçok cumhuriyet bağımsızlık için mücadele veriyordu. Halkın milli şuurundaki yükseliş, kendini idrak etme, özüne dönüş…

Bu coşku seli karşısında Sovyet yönetimi güçsüzdü. Halkta inanılmaz bir ruh hali, milli birlik azmi vardı. Herkes bir işin ucundan tutuyordu. Dönemin birçok “”Sovyet halkından farklı olarak bizler milli istiklal mücadelesi veriyorduk. Bağımsız, milli devletimiz olsun istiyorduk, servetlerimize sahip çıkalım, zenginliğimiz kaç kuşağa yeter, bolluk, servet içinde yaşarız…

Bu arzularımızın, ülkümüzün önündeki en büyük engel “Ermeni meselesi” oldu. Aynen 1918-1920’de olduğu gibi sırtımızdan hançerlemişlerdi. Toprağımız, Karabağ’ımızı koparmağa yeltenmişlerdi…
1989 sonbaharında 15 kişilik bir gönüllü grup Karabağ’a yol aldık. Elçibey’in hayırduasıyla çıktık yola. Yarı askeri elbiseleri, kalın montları… çizmeleri birileri vermişti. Rahmetlik Hasanağa Turabov temin etmişti otobüsü.


Her zaman güzellikleriyle övülen Karabağ toprağına ilk gelişimiz savaşla oldu. O güzellikleri tadamadık..
Zengilan’a vardık. Köylerde, ahaliyle birlikte nöbet tutuyorduk. Misafirperver, güler yüzlü, mert insanlardı. Ekmeğimizi, suyumuzu eksik etmediler… Tek silahımız köylülerin tüfekleriydi. Bir de bölgedeki birkaç bulut dağıtan topa güveniyorduk. Evet, bizde tüfek varken Ermenilerde otomatik silahlar, makineli tüfekler vardı. Biz otomatik silahlar edindiğimizde Ermeniler artık topla, tankla silahlanmışlardı. Onlar için ekmek elden su gölden, diaspora, koskoca, zorba Sovyet devleti…
Ocak 1990’ta Sovyet ordusunun kıyımına uğradık. Yaşlı, çocuk, kadın, erkek demeden Bakü caddelerinde rastgele şehit ettiler insanlarımızı… O kıyım çetelerinin içinde Rusya hapishanelerinden salıverilen Ermeni hükümlüler, caniler de vardı. “Görevleri” tamamlanınca kayıplara karıştılar, yeni kıyımlara hazırlık yaptılar. Terörist ülkenin terörist yurttaşları!!


Azerbaycan genelinde olağanüstü durum ilan edilirken Bakü’den talimat geldi, geri dönmemiz gerekiyordu. Çok zor şartlar altında dönmüştük evimize, mateme bürünmüş Bakü’müze. Bedel ödediğimizin farkındaydık. İstiklalin bedelini. Ama güzel yarınlara inancımız tamdı. Büyük Önder Resulzade Mehmet Emin Bey’in “Bir kere yükselen bayrak bir daha inmez” şiarı sadece bize değil, o dönemde bağımsızlık mücadelesi veren tüm milletlere kılavuz oldu.

Karabağ’da savaşlar şiddetlendiğinde Milli Ordu’muzun ilk taburları oluşuyordu. Biz de gönüllü yazıldık, gittik. Fuzuli’de nice kahramanlıklara, nice hadiselere tanık olduk, iştirak ettik. Nice şehitler verdik. İki şeyin mutlak surette kader olduğuna her zaman inandım. Rızık ve Ölüm. Silah arkadaşlarımın ölüm haberini duyduğum zaman içimdeki acıyı şehadetin yüceliği ile bastırmaya çalışıyordum. Ama son defa köyden çıktığımda ayak yalın, top oynayan, elma toplayan, çimende çayırda koşup eylene o yavruların artık cephede birer kahraman gibi şehit olduklarını duyduğum zaman gözlerimden yaş değil, adeta kan damlıyordu… Kayıplarımız büyüktü: insanlarımız, yavrularımız, bıyık yerleri yenice terlemiş gençlerimiz, esir düşmüş bacılarımız. Ve bunlarla birlikte kaybettiğimiz topraklarımız. İşte göz yaşı, elem ve mahcubiyet değil, bir “hacalet duygusu” bitiriyordu bizi…

Hayır biz bunu kabullenemezdik, kabullenemedik, kabullenmedik. Türk tarihinin Balkan Savaşları safhasını hatırlıyorum. Uğradığımız yenilgi ve aldığımız lekeyi, Balkan Hacaleti’ni temizleyen bir Çanakkale Savaşı’nı mutlaka yaşayacağız. Evet, Vatan Savaşı, Büyük Taarruz.

Bugün Azerbaycan’ın mert evlatları cephenin ön saflarında Vatan Muharebesi’nin alevi, ateşi içinde kahramanca savaştı, savaşıyor, Azerbaycan’ın ölüm-kalım mücadelesinde yurt uğruna, adalet uğruna, gelecek nesiller uğruna gazi veya şehit oluyorlar! Azerbaycanlı analar… şehit olmuş oğlunu geldiği yolu öpüyor, tabutunu omuzluyor. Bu nasıl bir yüce mertebe, ellerinden değil ayaklarından öpülecek mübarek kadın!!!

Dualar dökülüyor dillerden, kalpler onunla atıyor, onu teşbih ve takdis ediyor…

Tanrım, kalplerin dualarla attığı bu günlerde,
Askerlerimizin yolunu aydınlat, engebeli yollarını düzleştir.
Akıllarını, ferasetlerini kuvvetlendir
Fehimlerini güzelleştir.
Yüreklerinde tutuşan vatan sevgisini öldürme
İman ateşini söndürme,
Cesaretlerine cesaret kat,
Düşmanı kendi hilyesinde boğ, aldat,
Uzanmış anaların mübarek elleri göklere, arşına
Yağmurunu, karını geç gönder,
Sevinç gözyaşları akacağı gün yağdır rahmetini,
Mübarek toprağımızı düşman kanından arındır,
Şehitlerimizin mübarek vücutlarını, adlı adsız, belirli belirsiz mezarlarını rahmet yağmurunla yıka..
Kurt ağızlı yiğitleri yitirdik,
Gözünü kırpmadan ilk analarımız kabul etti şehadeti, onurla, erdemle…
Bastırdılar acılarını, sıktılar dişlerini….
Sessiz çığlık atarken babalarımız, vatan sevdası avuttu içlerini..
Sabah geç olur, seherimizle getir zaferimizi
Evet, Büyük Zafer!!
Kalpler ancak o an teselli bulacak,
Her şey senin varlığına şükredecek,
Takdis edecek şanını,
“Şükürler olsun Sana” diyerek zikredecek namını
Ululayacak ihtişamını,
Bizi namertlere karşı muzaffer kıldın,
Düşmanı har, dostu bahtiyar ettin.
Vatanı sevmenin bir iman olduğunu aklımıza kazdın…
Şükürler olsun sana ey Yaradan, sonumuz hayır ettin, yazgımızı ne güzel yazdın!!


İşte Şuşa !!!
Milletimin onur kaynağı, kültürümün beşiği… Bizim sinir uçlarımıza dokunan, bizimle alay ettiğini zanneden o kişiliksiz, insanlıktan nasibini almamış, sadece toprağa değil, kana, göz yaşına, ateşe, ölüme doyamamış o nakeslerin ayağı altında kalmayacak o toprak. Böyle düşündük, böyle şahlandık. Kanımızla temizledik o hacaleti.
Çok dostlarım var benim, Karabağ’dan… çok kardeşlerim, bacılarım..
O topraklar beni çekiyor.. Oraya gitmek, dağlarına tırmanmak, ormanlarında soluklanmak, sularını içmek, ekmeğini yemek, tertemiz havasını yutmak, yağmurlarında ıslanmak istiyorum..


Kalemler orman olsa, mürekkep de denizler.. içimdeki duyguları aktarmaya kudreti yetmeyecek.. “Ve esirrû kavlekum evicherû bih(i) innehu ‘alîmun biżâti-ssudûr.” – “Sözünüzü ister gizleyin ister açıktan söyleyin. Çünkü O, sinelerde saklı olanı bilir.”
Samimiyetle söylüyorum. Biz fazla bir şey istemiyoruz. Hak ettiğimizi, bizim olanı, bize emanet edileni istiyoruz. Yüce Tanrım, güzel Tanrım, kudretli Tanrım.. Bizi bu yolda yalnız bırakmadın, bırakmayacağına inancımız sonsuzdur.
**
Bayrağımız yükseliyor, ezanımız okunuyor… yurt yerleri bizi sesliyor, Muzaffer Azerbaycan ordusunun düşmandan arındırdığı o topraklar bizi bekliyor…


Allah ordumuzu, milletimizi, devletimizi daim ve kaim eylesin, İyi günde, kötü günde hep anımızda olan, acımızı acısı, sevincimizi sevinci olarak gören Türk devletini, milletini daim ve kaim eylesin!!!
Güzel günler, sevinçli günler hep bizimle olacak, inşallah!!!
Amin!!